O Öldü! Hepimizin Gözü Aydın! (Aziz Nesin)
Can Dündar
*Can Dündar'ın Yakamdaki Yüzler adlı kitabından alınmıştır.
Gözün aydın Türkiye!...
O, sustu artık...
Gümüş saçlı küçük adamdan kurtulduk. Artık kimse tepkisizliğimizi, duyarsızlığımızı, aptallığımızı yüzümüze vuramayacak. “Biz büyük milletiz” yalanlarına kimse parazit yapamayacak.
O’nun cüretkâr meydan okuyuşlarını görmeyecek, cesur yazılarını okumayacağız. Kimse yaklaşan tehlikeden, bağnazlığın kör bıçağının boynumuza saplanmak üzere olduğundan söz edemeyecek. Kimse Tanrı’yı sorgulayamayacak. Kimse öylesine gözü kara yürümeyecek karanlığın üstüne...
Gümüş saçlı küçük adam artık uykularımızı kaçıramayacak.
Z
Susacağı günü nasıl da iple çekmiştik.
O konuştukça suskunluğumuzdan utanıyorduk çünkü...
O sivri dili susuverse, vicdanımızda kanayan bir yara kapanacaktı sanki. “Canım, ses çıkarmayan bir ben değilim ki... herkes suskun” yalanında teselli bulacaktık. “Hem konuşup da ne olacak” yılgınlığıyla köşemize çekilecektik.
Ama O konuştu; kanayan yaramıza tuz basarcasına...
80 yaşında bir delikanlı, şehir şehir, kapı kapı gezerek bize aydın olmanın, yurttaş olmanın, insan olmanın sorumluluğunu hatırlatmaya çalıştı; kâh alay ederek, kâh itip kakarak, kâh tutuşup yanarak...
Duymazdan, görmezden geldik...
O’nun feryadı duvarları sallarken, sağduyumuzun kapılarını kapattık, çığlığını duymamak için... Gaflet uykumuz bölünmesin diye kör ettik benliğimizin gözlerini... Dudaklarımızı mühürledik, ses vermekten korkarak...
O, tek kişilik koca bir ordu gibi yürürken üstüne karanlığın, ardından bakakaldık.
Ateşe attılar, evlerimizde seyrettik.
Suçu üstüne yıktılar, O’nu yalnızlığa terk ettik, hançerledik sırtından...
Son şiirinde “Tanıdım acısından” diyordu, “Hançerin nakşı... bizim ora işi...”
Ama bitti işte...
Kırıldı ruhumuzun salonundaki küçük dev ayna...
Artık tepkisizlikten kararmış yüzlerimizi görmeden, mutlu mesut yaşar gideriz... yeni asilere “bizim ora işi hançerler bileyerek”...
Z
O, çoktan toprağa gömdüğümüz savaş baltamızdı bizim...
Unuttuğumuz isyanımız, terk ettiğimiz vicdanımızdı...
İçimizdeki tiyatronun duvarına astığımız iki mask gibiydi: Biri kocaman gülen, diğeri kocaman ağlayan... Gülenin kahkahasında bir hüzün, ağlayanın dudağının kenarında muzip bir gülücük...
Güldürse sarsılıyor, kaş çatsa gülümsüyorduk.
Karanlığın bekçileri, cesaretine kibrit çalarlarken “Canım, O da öyle konuşmasaydı” diye yazmamış mıydı, şimdi ardından ağıt yakanlar?...
“Önce O’nu durdurmalıyız” dememiş miydi, suskunluğun avukatları...
Durdu işte...
O deli kalp durdu.
Artık uykularınız kaçmayacak.
“80’lik bir delikanlı meydan meydan dövüşürken, ben titreyen kalemimle sığınacak delik arıyorum” eziklikleri bitti. Artık ne Tanrı’dan kuşkulanan çıkacak, ne de milletin koyunluğuyla dalga geçen...
Eğip bükmeden konuşan, gümüş saçlı küçük adam sizlere ömür...
Z
Şimdi cesedini parçalıyorlarsa kadavra için...
N’olur ellerini bize verin...
Şiirler, öyküler, dilekçeler yazalım, gülleler kadar ağır, yıldırımlar kadar yaman...
Sıkıp parmaklarını yumruk yapalım, karanlıklar öldüğünü bilmesin diye...
Tırnaklarını verin, toprağı kazıp, savaş baltalarımızı çıkaralım, gömdüğümüz yerden...
Sesini verin bize, bağıralım O’nun kadar gür, O’nun kadar kararlı...
Gücünü verin, kapı kapı gezip, uyuyan ruhları, sarsarak uyandıralım gaflet uykusundan... Şeriata karşı konferanslar düzenleyelim. Çocuklar büyütelim aydınlık yarınlar için...
Madem ki kalbi Ege’de kaldı... beynini verin bize...
Susan dudakların kenarındaki mührü çözelim...
Konuşalım, bağıralım sessizliği yırtana kadar...
Haykıralım... ki bizi duysun... ve rahat uyusun gümüş saçlı küçük adam...
08-07-1995